4 Nisan 2010 Pazar

Keşke Yağmur Yagsada Sen Çıkıp Gelsen..!

Ben burda, bu koca şehirde gelişine adaklar adayarak bekliyorum, sessiz, habersiz..
Eskiden olsa, sesini olsun duyurup su serperdin çorak gönlüme..

Sesini duysam yeter diye başlıyorum dizerlerime.. Sesin ne kadar uzak!!!

Hava iyice soğudu.. Bulutlar sevdam gibi kapkara.. Keşke diyorum şimdi, gök gürlese, bir yağmur yağsa şehre.. Gelişin sevinç gözyaşlarıyla kutlansa gökyüzünde.. Çakan şimşeklerden korkmayacağım bu kez.. Günlerdir bekliyorum, bekliyoruz ruhumla birlikte, yağsın yağmurlar kurak topraklara diye...

Ah diyorum şimdi.. Bir yağmur yağsa... Sen çıkıp gelsen.. Soğuktan üşümüş ellerini alsam parmaklarıma.. Öpsem avuç içlerini.. Sonra bir daha, bir daha.. Koklasam, sarılsam sana.. Yağmurlar yağsa.. Yüreğimdeki aşk alev alsa, bir kor düşürsem gözlerine.. Bir yıldız yanıp sönse gözlerinde.. Karanlıklar aydınlansa.. Ruhumu ıslatsan varlığınla...
Dudaklarında kaybolsam.. Ve bir daha yolumu hiç bulamasam..!

Papatya ile Minik Kelebeğin aşk hikayesi...

Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış. Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde, kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış. Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da, rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış. Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye. Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememiş. ıçinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş. Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve "Merhaba" demiş, "bende yalnızlıktan sıkılmıştım zaten.". Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini, nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

Papatyada ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş. Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı güneşin yakıcı ışınlarından korumuş.

Minik kelebek papatyayı çok sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış. Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret edipte bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan, incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatyada kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini. Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana, ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya dönmüş ve "Üzgünüm, ama senden ayrılmam gerekecek" demiş. Papatya buna bir anlam vermemiş. "Neden" demiş. "Yoksa benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis, sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş. Ama yapacak bir şey yokmuş zaten. Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum" diyebilmiş ancak.

Papatya donakalmış. Sadece "Bende..." diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş. ıçinden "Keşke onunda beni sevdiğini bilseydim. Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş. Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş, sonra da dökülmeye başlamış.

Her düşen yaprakta papatya, içinden "seviyormuş" diye geçirmiş.

ışte o günden beri, bunu bilen aşıklar, sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş; seviyor mu? Sevmiyor mu diye...

Bu aşkın sözü bendim, notası sen..

Uzun ve sessiz bir veda cümlesini andırıyordu geçen zaman. Kağıda kaleme karşı tuhaf bir tedirginlik kaplamıştı içimi. Suya yazı yazmak cümlesini defalarca kullanmıştım oysa ki ama şimdi ki kadar gerçekçi değildi hiçbiri. Eksiliyor, tükeniyordum. Benimle beraber biriktirdiğim ne varsa yitip gidiyordu. Ne umut kalıyordu geride, ne ıssız bir mavilik.

Tutunacak bir dal, sığınacak bir liman olmadığını hissettiğinde insan derin bir karamsarlık kaplıyormuş dört yanını; anladım. Gecenin ürkütücü karanlığını bastıran bu karabasanların ortasında dipsiz kuyulara atılan taşları andırıyordu parmaklarımdan dökülenler. Kimselerin bilmediği, fark etmediği tuhaf bir melankoliydi bu.

Her mısra kendi içinde bir cinayete gebeydi. Her satır arasında katlediyordum harflerimi.
Tutkulu aşkların ardından yazılan şarkıların eşliğinde aşka dair ne varsa çarmıha geriyordum, kimse bilmiyordu.

Kağıda ve kaleme olan bu tedirginlik köreltiyordu beni. Zihnimde uçuşan kelimeleri toplamaya ne isteğim ne de takatim kalıyordu. Zoraki bir veda cümlesinin kurgulanmış senaryosundan ibaretti her şey.

Ferhat'ı ya da Mecnun'u görmüyordu artık gözlerim. Adıma inat çoktan unutmuştum ümitlerimi. Gecenin karanlığını kuşanıp korkularım ceplerimde usul usul yol alıyordum, sığındığım limandan ayrılıyordum.

Şöyle bir göz attım az önce yazdıklarıma. Büründüğüm kimlikler, eşlik eden şarkılar, İstanbul, Marmara. Ne çok şey ile özdeşleşmiş meğer bu mısralar. Ne çok şeyin önsözü olmuş.

En çok sevdiğim mısranın altı çizilidir hala zihnimde. Endişelenme, hayalin senin kadar zarar veremez demiştim. Bugünlerde bir hayalin varlığından bile şüpheliyim. Oda aynı, duvarlar aynı ama yok. Sanırım hayalinden cisimlenen mısraların hoyratlığı onu da tedirgin etti, gelişleri gibi mısra mısra gidiyordu benden. Yokluğunu fark ettirmeden, varlığını hissettirmeden.

Sıradan bir akşamüzeri sıra dışı bir yazının ortasındayım. İlk kez kendimi bu kadar mağrur, yenilmiş hissediyorum. İlk kez bu kadar isteksiz, bitkin kelimelerim. Parmaklarım zar zor tutuyor kalemi. Tatsız tuzsuzum işte.

Zamanın o engellenemez devinimleri arasında gitmekle gitmemek arasındayım. Biliyorum, gidersem dönmesi zor olur. Belki yazmak bile kendime getiremez beni. Peki ya kalmak diyeceksin değil mi ? İşin o kısmı daha sancılı. Yıllardır olduğum yerdeyim zaten. Ne eksiğim var ne fazlam o güne nazaran.

Kapı arkasına asılan mevsimlerimi yaşıyorum. Bazen buz kesiliyor elim ayağım. Üşüyorum. Bazen ateşler içinde yanıyorum. Sanırım alışıyorum. Bu tuhaf değişimlere ayak uydurmayı başarıyorum sanırım. Artık takvim yapraklarımı da asıyorum kapı arkasına.

Birer birer eksiliyor, tüketiyorum zamanı. Senin gibi aslında. Ne çok benzer yanınız var bir takvim ile. En önemli tarihlerin işaretlendiği yerde orası oluyor, zamanı dolduğunda yırtılıp atılanda. Sende yaprak yaprak eksildin biliyorsun. Karşı koyamadın zamanın kendisine. Gücün mü yoktu isteğin mi orasını bilemiyorum.

Kendimi bulduğum tek yer burası. Bir beyaz kağıdın üzerine düştüğüm notların arasında yeniden doğuşlarımı izliyorum. Satır aralarında işlediğim cinayetlere inat tarihini attığım her yazının sonunda biraz daha ben oluyorum. Sen olmaktan o kadar uzaklaşıyorum.

Ne temennilerim kaldı artık ne iyi niyetlerim. Evet, yoktu şarkıların günahı, acıtan sendin içimi. Evet, hayalin senin kadar zarar veremezdi bana. Evet, titreyen bir mum alevinin isinde sakladım seni. İstanbul biliyordu, sende bilmeliydin. Bıraktığın yerde, sendeydim.

Bir solukta aklıma gelen ilk satırlar bunlar. Tüm temennilerimi dipsiz kuyulara attığım mısralarımla beraber yitirdim. Dipsiz bir kuyu olurum, olur ya düşersin, sen gelme demiştim.

Gözün aydın.

Mezarını yaşarken kazanlardan oldum. Gidişlerine sen gelmeden hazırladım kendimi. En güzel aşk sözcüklerini biriktirip o tutkulu şarkılar eşliğinde mırıldanmayı arzulamıştım ama ziyanı yok. Artık şarkılarda benim, sözcüklerde. Kuyuda benim, düşende.

Sen yine gelme. Gelişlerin gibi mısra mısra git demiştim ya unut onu. Gitme sırası kalbine geldiğinde alır kalemi susa susa yazarsın demişti ya şair, şimdi ona özeniyorum.

Parmaklarımın arasında kalemim, bu aşkın ayrılık fermanını yazıyorum.

Bana dair ne varsa bırakıp hayalinin avuçlarına, gidiyorum. Kırık dökük bir aşkın notlarıdır elinde tuttukların. İyi bak. İstanbul var içinde. Biraz Boğaz koydum, biraz Çamlıca. Biraz gece koydum, biraz şarkı.En çok mavi mesela. Biraz sitem var elbette, birkaç kırık hayal. Sen hangisini istersin bilemedim, ümidimle beraber koydum tüm ümitsizliklerimi.

Saysam tümünü bitmez, saymasam dert olur.

Yazık, bir başı olmadığı gibi bir sonu da yok bu aşkın. Şarkıda dediği gibi aslında. Değilim bir şeyin, olmadım hiçbir şeyin.

Sen gizli özneli cümlelerim faili, yazılarım hayaleti, sesimin, sessizliğimin nedeni; şimdi öznesiz, sessizim. Renksiz, sensiz.

Sana dair ne varsa tümünün sonuna koyuyorum 'sız' takısını. Bu da onlar gibi bir yazıdır şimdi. Adsız, adressiz.

Sensizliğin bendeki yansımalarıdır okudukların. Şimdi aç bir şarkı, bana gelsin. Giden sendin, kaybeden ben. Bu aşkın sözü bendim, notası sen..