Uzun ve sessiz bir veda cümlesini andırıyordu geçen zaman. Kağıda kaleme karşı tuhaf bir tedirginlik kaplamıştı içimi. Suya yazı yazmak cümlesini defalarca kullanmıştım oysa ki ama şimdi ki kadar gerçekçi değildi hiçbiri. Eksiliyor, tükeniyordum. Benimle beraber biriktirdiğim ne varsa yitip gidiyordu. Ne umut kalıyordu geride, ne ıssız bir mavilik.
Tutunacak bir dal, sığınacak bir liman olmadığını hissettiğinde insan derin bir karamsarlık kaplıyormuş dört yanını; anladım. Gecenin ürkütücü karanlığını bastıran bu karabasanların ortasında dipsiz kuyulara atılan taşları andırıyordu parmaklarımdan dökülenler. Kimselerin bilmediği, fark etmediği tuhaf bir melankoliydi bu.
Her mısra kendi içinde bir cinayete gebeydi. Her satır arasında katlediyordum harflerimi.
Tutkulu aşkların ardından yazılan şarkıların eşliğinde aşka dair ne varsa çarmıha geriyordum, kimse bilmiyordu.
Kağıda ve kaleme olan bu tedirginlik köreltiyordu beni. Zihnimde uçuşan kelimeleri toplamaya ne isteğim ne de takatim kalıyordu. Zoraki bir veda cümlesinin kurgulanmış senaryosundan ibaretti her şey.
Ferhat'ı ya da Mecnun'u görmüyordu artık gözlerim. Adıma inat çoktan unutmuştum ümitlerimi. Gecenin karanlığını kuşanıp korkularım ceplerimde usul usul yol alıyordum, sığındığım limandan ayrılıyordum.
Şöyle bir göz attım az önce yazdıklarıma. Büründüğüm kimlikler, eşlik eden şarkılar, İstanbul, Marmara. Ne çok şey ile özdeşleşmiş meğer bu mısralar. Ne çok şeyin önsözü olmuş.
En çok sevdiğim mısranın altı çizilidir hala zihnimde. Endişelenme, hayalin senin kadar zarar veremez demiştim. Bugünlerde bir hayalin varlığından bile şüpheliyim. Oda aynı, duvarlar aynı ama yok. Sanırım hayalinden cisimlenen mısraların hoyratlığı onu da tedirgin etti, gelişleri gibi mısra mısra gidiyordu benden. Yokluğunu fark ettirmeden, varlığını hissettirmeden.
Sıradan bir akşamüzeri sıra dışı bir yazının ortasındayım. İlk kez kendimi bu kadar mağrur, yenilmiş hissediyorum. İlk kez bu kadar isteksiz, bitkin kelimelerim. Parmaklarım zar zor tutuyor kalemi. Tatsız tuzsuzum işte.
Zamanın o engellenemez devinimleri arasında gitmekle gitmemek arasındayım. Biliyorum, gidersem dönmesi zor olur. Belki yazmak bile kendime getiremez beni. Peki ya kalmak diyeceksin değil mi ? İşin o kısmı daha sancılı. Yıllardır olduğum yerdeyim zaten. Ne eksiğim var ne fazlam o güne nazaran.
Kapı arkasına asılan mevsimlerimi yaşıyorum. Bazen buz kesiliyor elim ayağım. Üşüyorum. Bazen ateşler içinde yanıyorum. Sanırım alışıyorum. Bu tuhaf değişimlere ayak uydurmayı başarıyorum sanırım. Artık takvim yapraklarımı da asıyorum kapı arkasına.
Birer birer eksiliyor, tüketiyorum zamanı. Senin gibi aslında. Ne çok benzer yanınız var bir takvim ile. En önemli tarihlerin işaretlendiği yerde orası oluyor, zamanı dolduğunda yırtılıp atılanda. Sende yaprak yaprak eksildin biliyorsun. Karşı koyamadın zamanın kendisine. Gücün mü yoktu isteğin mi orasını bilemiyorum.
Kendimi bulduğum tek yer burası. Bir beyaz kağıdın üzerine düştüğüm notların arasında yeniden doğuşlarımı izliyorum. Satır aralarında işlediğim cinayetlere inat tarihini attığım her yazının sonunda biraz daha ben oluyorum. Sen olmaktan o kadar uzaklaşıyorum.
Ne temennilerim kaldı artık ne iyi niyetlerim. Evet, yoktu şarkıların günahı, acıtan sendin içimi. Evet, hayalin senin kadar zarar veremezdi bana. Evet, titreyen bir mum alevinin isinde sakladım seni. İstanbul biliyordu, sende bilmeliydin. Bıraktığın yerde, sendeydim.
Bir solukta aklıma gelen ilk satırlar bunlar. Tüm temennilerimi dipsiz kuyulara attığım mısralarımla beraber yitirdim. Dipsiz bir kuyu olurum, olur ya düşersin, sen gelme demiştim.
Gözün aydın.
Mezarını yaşarken kazanlardan oldum. Gidişlerine sen gelmeden hazırladım kendimi. En güzel aşk sözcüklerini biriktirip o tutkulu şarkılar eşliğinde mırıldanmayı arzulamıştım ama ziyanı yok. Artık şarkılarda benim, sözcüklerde. Kuyuda benim, düşende.
Sen yine gelme. Gelişlerin gibi mısra mısra git demiştim ya unut onu. Gitme sırası kalbine geldiğinde alır kalemi susa susa yazarsın demişti ya şair, şimdi ona özeniyorum.
Parmaklarımın arasında kalemim, bu aşkın ayrılık fermanını yazıyorum.
Bana dair ne varsa bırakıp hayalinin avuçlarına, gidiyorum. Kırık dökük bir aşkın notlarıdır elinde tuttukların. İyi bak. İstanbul var içinde. Biraz Boğaz koydum, biraz Çamlıca. Biraz gece koydum, biraz şarkı.En çok mavi mesela. Biraz sitem var elbette, birkaç kırık hayal. Sen hangisini istersin bilemedim, ümidimle beraber koydum tüm ümitsizliklerimi.
Saysam tümünü bitmez, saymasam dert olur.
Yazık, bir başı olmadığı gibi bir sonu da yok bu aşkın. Şarkıda dediği gibi aslında. Değilim bir şeyin, olmadım hiçbir şeyin.
Sen gizli özneli cümlelerim faili, yazılarım hayaleti, sesimin, sessizliğimin nedeni; şimdi öznesiz, sessizim. Renksiz, sensiz.
Sana dair ne varsa tümünün sonuna koyuyorum 'sız' takısını. Bu da onlar gibi bir yazıdır şimdi. Adsız, adressiz.
Sensizliğin bendeki yansımalarıdır okudukların. Şimdi aç bir şarkı, bana gelsin. Giden sendin, kaybeden ben. Bu aşkın sözü bendim, notası sen..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder